Abdullah Öcalan'a "sayın" denmesi suç olmaktan çıkıyor. Radikal Gazetesi'nin haberinde bu konuda Bülent Arınç'ın yaptığı yorum şu şekilde:
“Terörist başı Abdullah Öcalan için (Sayın) ifadesinin kullanılmasını Yargıtay bugün verdiği bir kararla suç saymadığını ilan etti. Bundan 3-5 sene önce (Sayın) diyen için Yargıtay “suçu, suçluyu övmektir, dolayısıyla suçtur” diye karar verdi. Sonra aynı Yargıtay “suç sayılmaz” diye karar verdi. Şimdi artık neredeyse içtihadı birleştirme kararı gibi... Sadece “Sayın” ifadesinin kullanılması suç olmaz diye bir Yargıtay kararı var. Bu terörün övülmesi anlamına gelmez, terörist basının övülmesi anlamına da gelmez. Yargıtay kararında, bu “artık gelişigüzel kullanılan ifadedir” dedi. Anlayışla karşılamak gerekir. Beğenmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz, ben de eleştirebilirim ama yargı kararı böyle diyorsa incelediği için böyle karar vermiştir... Artık siyasetçi de, sokaktaki insan da bu ifadeyi çokça kullanmaya başladı. Her (Sayın) diyeni “Gel bakalım” diyerek 1 sene içeri atarsanız Türkiye'de böyle bir cezaevi yok."
Cezaevlerinde yer kalmazmış. Ne kadar duygusuz bir açıklama. Hem de yeri geldiğinde en güzel şekilde duygulanan, yeri geldiğinde en birinci demokrat kesilen muhterem Arınç'tan. Arınç meseleyi devlet pragmatizmi ile açıklayarak bu kararın Kürt sorunu konusunda devletin içine düştüğü çıkmazı inkar ediyor. Sanki devletin daha çok cezaevi olsaydı Öcalan'a "sayın" demenin suç olması kabul edilebilir olacakmış gibi. Sanki yeterince kişi bu veya başka bir ifadeyi kullanınca mucizevi bir şekilde bu ifadeler siyasi içeriğini kaybediveriyor ve hal böyle olunca devlet nezdinde de suç olmaktan çıkıyor. Hayır, tabiki de Arınç'ın bu saçma analizi su götürmez bir çarpıtma, geçmişte yapılan anti-demokratik uygulamaları inkar çabasından başka bir şey değil. Olan şu: Devlet kendi uyguladığı hukuksal şiddetin absürdlüğünü kabul etme noktasına gelmiştir. Bunun ise yaramadığını ve yarayamacağını görmüş ve geri adım atmıştır. Bir baskı politikasını daha iskartaya çıkarmış, kepçeyle aldığını kaşıkla geri vermiştir. "Sayın Öcalan" diyenlere karşı açılan davaların cezai yaptırımla sonuçlanmaya devam etmesi halinde, özellikle bugünkü konjonktürde halkın vicdanında açılacak yaranın ve buradan doğacak tepkinin kendisinden korkmuştur daha çok. Netice olarak olumludur o ayrı.
Showing posts with label Eren. Show all posts
Showing posts with label Eren. Show all posts
Friday, June 22, 2012
Saturday, June 16, 2012
Psychology of irrational choices: Smart people are no less susceptible to common cognitive mistakes !
Here is an interesting New Yorker article on why sometimes ignorance is literally a bliss. Many years of research by psychologists and economists reveal interesting insights on how most of us make irrational choices. The more interesting punch line is that the more educated and intelligent crowd tend to err more when faced with questions which aim to test cognitive biases ! But why? One of the explanations offered in the article was that people who are more self-aware tend to use more introspection when evaluating their decisions/answers. As some researchers argue, many times introspection perpetuates the problem instead of remedying it because such self-analysis usually leads to elaborate justifications that are not relevant after all.
Yet I believe that sometimes it is not overconfidence but insufficient confidence that leads to wrong decisions. Educated people are more prone to doubt their own answers/solutions also when all it takes to make the right call is blind self-confidence, and not some elaborate deliberation that often increases uncertainty we perceive about the correct answer and leads us astray.
Yet I believe that sometimes it is not overconfidence but insufficient confidence that leads to wrong decisions. Educated people are more prone to doubt their own answers/solutions also when all it takes to make the right call is blind self-confidence, and not some elaborate deliberation that often increases uncertainty we perceive about the correct answer and leads us astray.
Monday, June 11, 2012
Kutuplaşan bir Toplumda Aydının Tarafsızlığı
Kutuplaşma tabiri
aralarında derin fikir ayrılıkları olan az sayıda grubun toplumun hemen hemen
tamamını temsil ettiği ve bu grupların benzer oranlarda toplumsal destek gördüğü
durumları özetliyor. Türkiye uzun zamandır şu an olduğu kadar kutuplaşmamıştı. Toplumu
AKP yandaşları ve AKP muhalifleri, Türkler ve Kürtler, ulusalcılar ve ulusalcı
olmayanlar gibi kısmen birbiriyle örtüşebilen farklı karşıtlıklara ayırmak mümkün.
Tüm bu karşıtlıkların ortak noktası karşılıklı güvensizlik ve bunun beslediği önyargı,
bireylerin kendilerini ve birbirlerini bu karşıtlıkların iki ucundan birinde
-yani kutuplarda- konumlama eğilimi ve iki kutbun ortasında yer alan tarafsızların
çok ufak bir azınlık olması.
-->
Toplumsal kutuplaşmanın
derinleşmesinde medyanın, özellikle de bazı gazetecilerin ve fikir önderlerinin
yazıp söylediklerinin rolü yadsınamaz. Bu yazıda ben nedenselliğin diğer yönüne
dair bir tespit yapmaya calışacağım. Yani yazarın ve aydının söylemlerininin
kutuplaşmadan nasıl etkilenebileceğini tartışacağım. Ama önce kutuplaşmış bir
toplumda yazarın ikilemini görmek adına yakın zamanda yaşanan bir tartışmaya değinelim.
Aydının İkilemi:
Taraf Gazetesi yazarı
Vahap Coşkun 2 Nisan 2012 tarihli yazısında
AKP'nin Kürt sorununa dair mevcut politikasını üç ana başlık altında eleştiriyor.
İlk olarak AKP'nin Kürt meselesinde gerekli adımları attığı savını, ardından da
devletin PKK ile görüşmesinin toplumsal bir infiale sebep olacağı iddiasını çürütmeye
çalışıyor. Son olarak da Kürtlerin PKK'ye verdiği desteğin korkudan kaynaklandığı
ve örgüt pasifize edildiği taktirde Kürt halkının hükümetin çözüm planını
destekleyeceği yönündeki varsayımın temelsiz olduğunu savunuyor.
Zaman Gazetesi yazarı
Etyen Mahçupyan 18 Nisan 2012 tarihli yazısında Kürt
sorunu hakkındaki bu üç varsayımın hatalı olduğunu kabul etse de, Çoşkun'un bu
varsayımları, hükümetin genel ideolojik duruşu olarak yansıtmasını kategorik
bir AKP karşıtlığı ve kronik bir AKP alerjisi olarak tanımlıyor. Kürt sorununda
çıkmaza girilmesinin asıl nedeninin hükümetin çözüm çabalarında yalnız bırakılması
olduğunu da ekliyor: "Hükümeti durduran asıl unsur, hangi siyasi adımı
atacak olursa olsun bunun yükünü tek başına taşımak zorunda kalması ve bu
durumun kendi aleyhine kullanılmasının çok kolay olmasıdır."
Vahap Coşkun 26 Nisan
tarihli yorumu
ile Mahçupyan'ın bu tespitine cevap veriyor. Önce hükümetin Kürt sorununa yaklaşırken
bahsi geçen bu üç varsayımı büyük ölçüde sahiplendiğine dair somut örnekler
veriyor. Ardından da kategorik olarak AKP karşıtlığı yapmadığını örnekler
vererek savunuyor ve Mahçupyan'ın kendisini tarafgirlikle suçlamasının yersiz
olduğunu ifade ediyor.
Vahap Coşkun'un bu güçlü
savunmasının ardından Mahçupyan ister istemez eleştirisinin dozajını ve
hedefini tekrardan ayarlamak zorunda hissediyor kendini. "Tarafgirlik Tuzağı"
başlıklı yazısında
Mahçupyan'ın özetle dediği şu: Hükümet ve hükümet yanlısı kesimde objektiflik
algısı yaratamayan yazılar bu çevrelerce kaale alınmıyor ve "karşı tarafın
sözcüsü gibi algılanan" yazarlar hükümetin politikalarına etki edemiyor.
Mahçupyan'ın ifadesiyle: "Ancak eğer sözümüzün hükümete ulaşmasını
istiyorsak, adil davranmak ve AKP'nin ikilemlerini, fikirsel arayışlarını da değerlendirmenin
parçası kılmalıyız. Aksi halde sözümüz 'öteki cenahın' psikolojik beslenmesi için
söylenmiş gibi algılanır ve boşa gider."
Yani Mahçupyan, Coşkun
ve benzeri yazarlara yazı yazarken daha pragmatik davranmalarını salık veriyor:
"Unutmayalım ki derdimiz öncelikle hükümetin doğru davranması ise bizim de
onları eleştirirken 'doğru' davranmamız gerekir." (Yan not: Mahçupyan bu tavsiye ile kendi yazılarının tam da bu tarz bir
pragmatizmden beslendiği mesajını da veriyor olsa gerek.)
Belki kendisi farkında
değil ama Mahçupyan tartışmanın başında Coşkun'u tarafgirlikle, objektif
olmamakla suçlarken tartışmanın sonuna geldiğimizde onu AKP'nin suyuna
gitmemekle eleştirmeye başlıyor. Ne kastettiğimi biraz daha açayım. Mahçupyan'ın
son yazısının başlığına bakan biri yazarın tarafgirliği eleştirdiğini
zannedebilir ama aslında eleştirdiği Coşkun'un AKP ve onu destekleyen kitlenin
gözünde objektif olarak algılanmadığı, bu algıyı yaratmakla ilgilenmemesi. İnançların
veya siyasi görüşlerin kutuplaşmış olduğu bir toplumda objektif olarak algılanmak
için objektif olmak değil, iki farklı kutbu (grubu) objektif olduğunuza
inandırmak zorundasınız. (Not: Objektif
olmak tabiri sizleri yanıltmasın. Objektiflikten kastım herhangi bir tartışmada
yer alırken aidiyet hissettiğimiz tarafın çıkarlarından tamamen bağımsız olarak
düşündüğümüzü söylemek. Objektif yerine tarafsız ve dürüst de diyebilirsiniz.)
Kutuplaşma ve Aydın'ın Söylemi:
Kutuplaşmış bir
toplumda bir aydının, bir gazetecinin, iki karşıt grup tarafından da objektif
olarak algılanması pek de mümkün olmuyor. Sorun, bu iki kampın "tarafsız
fikir" veya "objektif yazar" tanımlarının örtüşmüyor oluşu. Aşağıdaki
iki figür bu sorunu basitçe tasvir ediyor. Herhangi bir konuda (örneğin Kürt
meselesi) bir aydının yazılarında veya söylemlerinde alabileceği pozisyonları aşağıdaki
gibi tek boyutlu bir skala ile ifade edelim. Sağa doğru gittikçe hükümeti
onaylayıcı, sola gittikçe de AKP'yi eleştiren bir tutum söz konusu olsun.
İlk figürde O-noktası AKP ve yandaşlarının algısında tarafsız birinin
pozisyonunu temsil etsin. Yani toplumsal kutuplaşma o derece yüksek olsun ki hükümetin
Kürt politikasına nötr kalan bir yazar (diyelim skalanın ortasında yer alan görüşünü
olduğu gibi yazan bir aydın) muhalefetin tarafında yer almakla suçlansın.
Benzer şekilde, hemen
onun aşağısında yer alan ikinci skaladaki O-noktası ise AKP'ye mualif olan güruhun
"tarafsızlık noktası" olsun. Böylece AKP destekçileri tarafından karşı
tarafın adamı olarak algılanan deminki yazar muhalefet tarafından ise AKP yandaşı
olmakla itham edilmekte. Bu durum Vahap Çoşkun'un "AKP'yi eleştirdiğimde
AKP'liler, BDP'yi ve PKK'yi eleştirdiğimde ise BDP ve PKK'liler tarafından 'karşı
tarafın bir parçası' olduğum söylendi/söyleniyor." şeklindeki sitemine
tekabül ediyor. Bu noktada yazar için bir ikilem ortaya çıkıyor. Doğru bildiğini
söyleyip her iki köyden de kovulmak mı, yoksa idealizmden ödün verme pahasına
bir taraf seçip söylemiyle o tarafa yaranmak mı?
Mahçupyan için yazarın
yapması gereken çok basit. Tavsiye ettiği şey AKP yandaşlarının algısında
tarafsızmış gibi gözükmek. Yani objektif görüşün ortada bile olsa söylemlerinde
AKP'nin kafasındaki O-noktasına olabildiğince yakın kal diyor. Tamamen idealist
bir aydın tanımına göre ise tek önemli olan doğru bildiğini söylemek. Birçok
yazar için ise karar alma süreci muhtemelen daha karmaşık. Yazar kısmen iktidar
tarafından ciddiye alınmak isterken, aynı zamanda düşündükleriyle yazdıklarının
az çok birbirini tutmasını, yani objektif olmayı da arzu edebilir. Bir yandan
iktidar yandaşlığının ona sağlayabileceği maddi ve manevi imtiyazları önemserken
bir yandan da iktidar karşıtı grubun kendisi hakkındaki düşüncelerine de değer
veriyor olabilir. Bu amaçlar çoğu zaman, ve özellikle toplumsal kamplaşmanın
keskin olduğu durumlarda, birbiriyle çelişiyor.
Peki kutuplaşmanın
derecesi arttıkça, yani yukarıdaki figürlerde yer alan O-noktalarının arası açıldıkça
yazarların ve fikir önderlerinin söylemleri nasıl şekillenebilir? Mahçupyan
gibi pragmatizme önem verenler veya AKP yandaşı basın için kalem oynatanlar için
kutuplaşmanın artması söylemlerdeki taraflılığı AKP lehine artıracaktır. Bir diğer
değişle aydının söylemi yukarıdaki skalalarda ortada yer alan objektif görüş
noktasının gitgide daha sağına kayacaktır [Not:
Bu iddiayı basit bir matematiksel model ve akla yatkın birkaç varsayım ile
ispatlamak mümkün]. AKP politikasına etki etmek veya iktidardan imtiyaz
koparmaktan ziyade ne kadar muhalif durduğuna önem veren bir aydın veya
kategorik olarak AKP'nin karşısında olmayı şiar edinmiş biri söz konusu ise
yine öncekine benzer bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu sefer de toplumsal kamplaşma
ile beraber yazarın söylemi gitgide objektif noktanın daha soluna doğru kayma eğilimi
gösterecektir. Sebebi basit. Kürt meselesinde bazı açılardan PKK'yı ve BDP'nin
siyaset tarzını eleştirirken, bir yandan da hükümetin "öncelikli hedef
PKK'yla askeri mücadele" düsturuna karşı çıkan (gerçek görüşü skalanın
ortasına denk gelen) bir yazar, diyelim AKP tarafından ciddiye alınmak istiyor
bu yüzden söyleminde PKK ve BDP eleştirisine daha çok ağırlık verip hükümete
karşı eleştiri tonunu düşük tutuyor olsun. Bu yüzden muhalif çevrelerce eleştirilen
yazar aynı zamanda AKP politikalarına etki etmek adına dürüstlükten de taviz vermek
durumunda kalıyor.
AKP muhalifleri ile
AKP yandaşları arasındaki ideolojik uçurum ve karşılıklı önyargıların artması
AKP karşıtlarının algısındaki tarafsızlık noktasının sola, AKP destekçilerinin
tarafsızlık noktasının ise aynı oranda sağa kayması demek. İki kampa da
ideolojik bir meyli olmayan yazar, tarafsız olmayı ne kadar önemsese de söylemlerinin
politikaya etkisini muhafaza etmek için AKP'nin daha da sağa kayan çizgisini
takip edip iyice gerçekçilikten uzaklaşacaktır. Eğer aydının ulaştığı doğrular
iki kampın savunduğu pozisyonların ortasında yer alıyorsa -ki kutuplaşmış bir
toplumda aklı selim yazarların düşünceleri çoğu zaman her iki kampın söylemlerinden
daha ılımlıdır- siyasi kutuplaşmanın yükselmesi sadece tarafsız kalmayı zorlaştırmayacak
aynı zamanda daha fazla dezenformasyon yaratarak bu toplumun bireyleri olarak
hangi kampta yer alırsak alalım doğrulara ulaşmamızı daha da zorlaştıracaktır.
Son Söz:
Bu yazıda kutuplaşmış
bir toplumda yazarların "objektif" kalmasının neden daha zor olduğunu
açıklamaya çalıştım. Halkın büyük çoğunluğunun sadece ve sadece taraftarı
oldukları yandaş medyayı takip ettiği kutuplaşmış bir toplumda medyada dile
getirilen düşünceler giderek daha taraflı hale gelebiliyor. Buradan hareketle
bir adım daha ileri gidip kutuplaşmanın zaman içinde nasıl evrildiğine dair bir
teori geliştirebiliriz. Örneğin medyadaki kamplaşma arttıkça iki grubun tarafsızlık
noktalarının (yukarıdaki O-noktaları) birbirinden daha da uzaklaşacağını düşünebiliriz.
Bu uzaklaşma, yani artan kutuplaşma, medyanın aldığı pozisyona tekrar etki
ederek fasit bir daire oluşturabilir. Yani mevcut kamplaşmanın ileride daha
fazla kutuplaşmaya sebep olduğu bir kısır döngü.
Toplumsal ve siyasi
kutuplaşmanın nasıl dizginlenebileceğini anlamak için önce sürecin nasıl
işlediğini, nereden beslendiğini anlamalıyız. Yandaş medyaların söylemlerini ve
halkın kafasındaki objektifliğe dair inançları birbirinden bağımsız değil,
bilakis karşılıklı etkileşim halinde olan, birbirini besleyen iki süreç olarak
düşünmek kanaatimce toplumsal kutuplaşmanın dinamiklerini daha iyi kavramamıza
yardımcı olacak.
Thursday, May 24, 2012
Devletin Cinsiyetler Arası İlişkiye Bakışı Neye Delalet Ediyor?
Radikal'de yayımlanan Gençlik kampları harem-selamlık oldu! başlıklı haber hükümetin toplumdaki kız/kadın-erkek ilişkisine nasıl yaklaştığını, çoğunlukla dini inanışlardan temellenen ahlaki kodlamaların devletin bilinçaltına ne derece sirayet etmiş olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Çok benzer bir hadisenin yakın zamanda, Samsun'daki 19 Mayıs gençlik ve spor bayramı etkinlikleri sırasında bir erkekle kadının güreş tutması üzerine Samsun Valiliği'nin başlattığı incelemeyle kamuoyunun gündemine geldiğini de unutmamak lazım.
Peki kamplar neden harem-selamlık olarak ayrılıyor? İlk olarak akla gelen halkın önemli bir kısmının harem-selamlık bir uygulamayı tercih ediyor olabileceği. O zaman tamamen karma uygulama yapmak bu insanların bu ücretsiz hizmetten yararlanmalarını engelleyerek onlara haksızlık yapmak olabilir. Peki karma kamp dönemleri neden tamamen kaldırılıyor? Neden daha sınırlı sayıda da olsa karma kamp için kayıt alınmıyor? Aynı Milli Eğitim Bakanlığı'nın talebe göre Kürtçe, Lazca, Çerkezce dersleri açılacağını taahhüt etmesi gibi tespit edilecek talebe göre daha ufak çaplı da olsa kız-erkek karışık yaz kampları yapılamaz mıydı?
Yoksa varsayım haremlik selamlık uygulamanın çocukların bu kamplardan alacağı faydayı düşürmediği mi? Kampların amacı aynı zamanda çocukların birbirleriyle iletişim kurması, sosyalleşmesi, arkadaşlık bağları oluşturması değil mi? Çocukların karşı cinsle iletişim kurup kurmaması hiç mi önemli değil? Hadi onu da geçtim, geçmişte karma kamplara çocuklarını gönderen ailelerin haremlik-selamlık sistemine dönünce çocuklarını göndermekten cayacağı, ve bu tepkinin de mantıklı sebeplere dayanabileceği göz ardı mı ediliyor?
Muhafazakar ailelerin kendi inanışları ve ahlak anlayışlarına göre karma aktivitelerde bazı sakıncalar görebileceğini yadsımıyorum. Örneğin kız çocukların özellikle ergenlik çağındaki erkekler tarafından fiziksel tacize maruz kalma ihtimalleri olabilir. Veya çocuklarının karşı cinsle aralarında duygusal ve cinsel yakınlaşmalar aileleri rahatsız edebilir. Peki bunun çözümü karma kampları ortadan kaldırmak mıdır? Farzedelim hem karma hem de haremlik-selamlık kamp düzenlemeleri bir takım kısıtlar (bütçe, zaman, mekan) yüzünden mümkün değil. Bu durumda karma sistem yerine haremlik-selamlığı seçmek savunulabilir mi? Benim idealimdeki devlet bu tarz bir kararı meşruluğu savunulabilecek bir genel toplumsal fayda prensibine dayandırmak durumundadır. Ve o prensibin beslendiği gerekçe (örneğin "genel ahlakın" muhafazası veya çoğunluğun bu konudaki talebi) şayet devletin sağladığı diğer hizmetlere de uygulanabiliyorsa mutlaka uygulanmalıdır. Aksi taktirde devlet ya ayrımcılık yapmaktadır ya da kendisinden beklenen tutarlılığı göstermemektedir. Buradan hareketle diyorum ki devletin sağladığı ilk ve orta öğretim ve hatta yüksek öğretimde de haremlik-selamlık sınıf uygulamasına, ve hatta kızlara ve erkeklere ayrı okul binası uygulamasına gidelim. Yoksa muhafazakar vatandaşlarımızın ve devletimizin haremlik-selamlık yaz kampları konusunda ortaya koyduğu "haklı" gerekçeler iş çocuklarımızın haftada 5 gün gittiği ve saatler geçirdiği okul ortamına gelince bir anda geçersiz mi kalıyor?
Gençlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Gençlik kampları yetkilileri zaman zaman kamplarda kız-erkek ayrımı yapıldığını ve 6 yıldan bu yana ise kamp çalışmalarının karma olarak yapıldığını belirtmiş. Bu ifadeyi biraz irdelemek gerek. İfade çok açık olmasa da benim anladığım önceden kız ve erkekler aynı dönem kapsamında kamplara kabul ediliyor, ama zaman zaman kız ve erkekler kamp içindeki aktivitelere birbirlerinden ayrı katılıyormuş, zaman zaman da kamplar tam anlamıyla karma olarak yürütülüyormuş. Şimdi ise kampların kız ve erkek dönemleri olarak daha katı bir şekilde ayrılmasına karar verilmiş. Peki o zaman bu değişimin sebebi nedir? Eğer seçmenin bu konuda bir şikayeti vardıysa Genel Müdürlüğün bunu 6 yıl boyunca farketmemiş olması mümkün mü? Yoksa bunu hükümetin ve bürokrasideki kadroların artık gelecek olumsuz tepkilerden etkilenmeyecek veya bu tepkileri gözardı edecek gücü ve otoriteyi elde ettikleri şeklinde mi yorumlamalıyız?
Kararlarına temel aldığı prensiplerin sonuna kadar arkasında durmaya çalışan bir devletimiz olsaydı zamanla okullarda da cinsiyet temelli sınıf/bina ayrımına gidileceğini öngörebilirdik. Prensipsiz ve tutarsız bir devletimiz olmasına şükretmek için alın size bir neden. Neyseki devlet henüz izlediği politikaları başka alanlara (okullara, çocuk hastaneleri ve kliniklerine vs.) genişletmenin yol açacağı absürdlüğü, bunun yaratacağı toplumsal infiali göze alamamaktadır.
Neticede bu tarz uygulamaların münferit vakalar olmadığını AKP iktidarı geçmişteki benzer uygulamalarıyla veya bu uygulamaları başlatan bürokratlara göz yumarak birçok kere gösterdi. Önemli bir çoğunluğu muhafazakar bir toplumun iş başına getirdiği muhafazakar bir hükümetten harem-selamlık seçeneğini getirmesini ben de dahil birçoğumuz yadırgamamıştır herhalde. Fakat karma kampları seçme şansının kaldırılmasını sadece muhafazakarlıkla açıklamak mümkün değil. Bu noktada insanın aklına başka açıklamalar geliyor. Acaba karşımızda geçmiş hükümetlerin dindar/muhafazakar kesimin duyarlılıklarını tamamen hiçe saymasına tepki duyan ve bu tepkisini rövanşist politikalar ile gösteren bir iktidar mı var? Geçmişte maduriyet yaşamış kemik seçmen kitlesinin bu maduriyetini gidermenin ötesinde çoğulculuktan uzak bu politikalarla toplumun diğer kesimini mağdur etme yolunu seçmiş bir iktidardan bahsedebilir miyiz? AKP, uzun iktidarı süresince sadece kendinden önce hakim olan devlet zihniyetinden değil, sosyal ve kültürel olarak o zihniyetle ilişkilendirdiği vatandaşlarından da intikam almayı mı istemektedir?
Peki kamplar neden harem-selamlık olarak ayrılıyor? İlk olarak akla gelen halkın önemli bir kısmının harem-selamlık bir uygulamayı tercih ediyor olabileceği. O zaman tamamen karma uygulama yapmak bu insanların bu ücretsiz hizmetten yararlanmalarını engelleyerek onlara haksızlık yapmak olabilir. Peki karma kamp dönemleri neden tamamen kaldırılıyor? Neden daha sınırlı sayıda da olsa karma kamp için kayıt alınmıyor? Aynı Milli Eğitim Bakanlığı'nın talebe göre Kürtçe, Lazca, Çerkezce dersleri açılacağını taahhüt etmesi gibi tespit edilecek talebe göre daha ufak çaplı da olsa kız-erkek karışık yaz kampları yapılamaz mıydı?
Yoksa varsayım haremlik selamlık uygulamanın çocukların bu kamplardan alacağı faydayı düşürmediği mi? Kampların amacı aynı zamanda çocukların birbirleriyle iletişim kurması, sosyalleşmesi, arkadaşlık bağları oluşturması değil mi? Çocukların karşı cinsle iletişim kurup kurmaması hiç mi önemli değil? Hadi onu da geçtim, geçmişte karma kamplara çocuklarını gönderen ailelerin haremlik-selamlık sistemine dönünce çocuklarını göndermekten cayacağı, ve bu tepkinin de mantıklı sebeplere dayanabileceği göz ardı mı ediliyor?
Muhafazakar ailelerin kendi inanışları ve ahlak anlayışlarına göre karma aktivitelerde bazı sakıncalar görebileceğini yadsımıyorum. Örneğin kız çocukların özellikle ergenlik çağındaki erkekler tarafından fiziksel tacize maruz kalma ihtimalleri olabilir. Veya çocuklarının karşı cinsle aralarında duygusal ve cinsel yakınlaşmalar aileleri rahatsız edebilir. Peki bunun çözümü karma kampları ortadan kaldırmak mıdır? Farzedelim hem karma hem de haremlik-selamlık kamp düzenlemeleri bir takım kısıtlar (bütçe, zaman, mekan) yüzünden mümkün değil. Bu durumda karma sistem yerine haremlik-selamlığı seçmek savunulabilir mi? Benim idealimdeki devlet bu tarz bir kararı meşruluğu savunulabilecek bir genel toplumsal fayda prensibine dayandırmak durumundadır. Ve o prensibin beslendiği gerekçe (örneğin "genel ahlakın" muhafazası veya çoğunluğun bu konudaki talebi) şayet devletin sağladığı diğer hizmetlere de uygulanabiliyorsa mutlaka uygulanmalıdır. Aksi taktirde devlet ya ayrımcılık yapmaktadır ya da kendisinden beklenen tutarlılığı göstermemektedir. Buradan hareketle diyorum ki devletin sağladığı ilk ve orta öğretim ve hatta yüksek öğretimde de haremlik-selamlık sınıf uygulamasına, ve hatta kızlara ve erkeklere ayrı okul binası uygulamasına gidelim. Yoksa muhafazakar vatandaşlarımızın ve devletimizin haremlik-selamlık yaz kampları konusunda ortaya koyduğu "haklı" gerekçeler iş çocuklarımızın haftada 5 gün gittiği ve saatler geçirdiği okul ortamına gelince bir anda geçersiz mi kalıyor?
Gençlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Gençlik kampları yetkilileri zaman zaman kamplarda kız-erkek ayrımı yapıldığını ve 6 yıldan bu yana ise kamp çalışmalarının karma olarak yapıldığını belirtmiş. Bu ifadeyi biraz irdelemek gerek. İfade çok açık olmasa da benim anladığım önceden kız ve erkekler aynı dönem kapsamında kamplara kabul ediliyor, ama zaman zaman kız ve erkekler kamp içindeki aktivitelere birbirlerinden ayrı katılıyormuş, zaman zaman da kamplar tam anlamıyla karma olarak yürütülüyormuş. Şimdi ise kampların kız ve erkek dönemleri olarak daha katı bir şekilde ayrılmasına karar verilmiş. Peki o zaman bu değişimin sebebi nedir? Eğer seçmenin bu konuda bir şikayeti vardıysa Genel Müdürlüğün bunu 6 yıl boyunca farketmemiş olması mümkün mü? Yoksa bunu hükümetin ve bürokrasideki kadroların artık gelecek olumsuz tepkilerden etkilenmeyecek veya bu tepkileri gözardı edecek gücü ve otoriteyi elde ettikleri şeklinde mi yorumlamalıyız?
Kararlarına temel aldığı prensiplerin sonuna kadar arkasında durmaya çalışan bir devletimiz olsaydı zamanla okullarda da cinsiyet temelli sınıf/bina ayrımına gidileceğini öngörebilirdik. Prensipsiz ve tutarsız bir devletimiz olmasına şükretmek için alın size bir neden. Neyseki devlet henüz izlediği politikaları başka alanlara (okullara, çocuk hastaneleri ve kliniklerine vs.) genişletmenin yol açacağı absürdlüğü, bunun yaratacağı toplumsal infiali göze alamamaktadır.
Neticede bu tarz uygulamaların münferit vakalar olmadığını AKP iktidarı geçmişteki benzer uygulamalarıyla veya bu uygulamaları başlatan bürokratlara göz yumarak birçok kere gösterdi. Önemli bir çoğunluğu muhafazakar bir toplumun iş başına getirdiği muhafazakar bir hükümetten harem-selamlık seçeneğini getirmesini ben de dahil birçoğumuz yadırgamamıştır herhalde. Fakat karma kampları seçme şansının kaldırılmasını sadece muhafazakarlıkla açıklamak mümkün değil. Bu noktada insanın aklına başka açıklamalar geliyor. Acaba karşımızda geçmiş hükümetlerin dindar/muhafazakar kesimin duyarlılıklarını tamamen hiçe saymasına tepki duyan ve bu tepkisini rövanşist politikalar ile gösteren bir iktidar mı var? Geçmişte maduriyet yaşamış kemik seçmen kitlesinin bu maduriyetini gidermenin ötesinde çoğulculuktan uzak bu politikalarla toplumun diğer kesimini mağdur etme yolunu seçmiş bir iktidardan bahsedebilir miyiz? AKP, uzun iktidarı süresince sadece kendinden önce hakim olan devlet zihniyetinden değil, sosyal ve kültürel olarak o zihniyetle ilişkilendirdiği vatandaşlarından da intikam almayı mı istemektedir?
Monday, May 21, 2012
Korsan Taksiyle Mücadele Etmeli mi?
Bir önceki yazıda müzik sektöründe korsan dağıtımdan
bahsetmiştim. Bu yazıda korsan taksi iyi midir kötü müdür, devlet korsan
taksicileri ve/veya korsan taksiye binenleri cezalandırmalı mı, iktisat
bu konuda nasıl bir perspektif sunabilir buna değineceğim. Herhangi bir
iktisadi eyleme hırsızlık deyip demediğiniz, bu adlandırma iktisadi
hayatı etkiliyorsa önemli olabilir. Ancak ben bu konuya girmeyeceğim
[Zira Shelbyl'in ilk yazıma yaptığı yorumdan anlaşıldığı gibi onun
yazısındaki asıl kasıt bazı aktivitelerin devlet tarafından hırsızlık
olarak nitelenmesine rağmen benzer başka bir takım aktivitelerin bu
şekilde nitelenmemesindeki çelişkiye/seçiciliğe dikkat çekmek]. Önemli
olan bu eylemlerin ekonomiye olan genel etkisini incelemek. Çünkü
devletin izlemesini isteyeceğimiz politika bu etkiye bağlı.
Şarkı, bilgisayar yazılımı, ilaç gibi ürünlerin aksine taksicilik son ürün açısından bakınca metadan ziyade her bir sefer için ayrı olarak para verdiğimiz bir hizmet. Doğası itibariyle para vermeyeni dışlamak gayet kolay (yani “non-excludable” değil). Bir taksi belirli bir zaman aralığında ancak sınırlı sayıda insana hizmet verebiliyor ve diğer müşteriler o zaman aralığında o taksiden faydalanamıyor. Ayrıca taksici her kilometre için benzin parası vermek durumunda. Yani iktisadi tabirle bu hizmete olan talepler birbirine rakip (rival good).
Dolayısıyla Shelbyl’in de belirttiği gibi bu piyasanın işleyişi müzik piyasasının işleyişinden farklı. Buradan hareketle Shelbyl birkaç soruyu gündeme getirmiş. Bu sorulara kendi cevaplarımı vererek konuyu açmaya çalışayım.
Soru: Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?
Cevap: Daha önce de belirttiğim gibi son kertede korsanı hırsızlık olarak niteleyip nitelemediğimiz işin semantik boyutu dışında çok da önemli değil. Belki devletin korsanla mücadelesindeki söylem açısından bir önemi olabilir. Yine de cevap vermek istersek, evet korsan taksi hırsızlık yapmış oluyor. Nedenine gelirsek: Öncelikle devletin tanımladığı mülkiyet haklarını verili almadan bir eylemin hırsızlık olup olmadığına karar veremeyeceğimizi görmeliyiz. Devlet sınırlı sayıda taksi plakasını kendi tespit ettiği fiyattan satarak yolcu taşıyıp kar etme hakkını dağıtmış. Önceki yazımın başında verdiğim özel mülkiyet tanımına göre korsan taksi, lisanslı taksiye ayrılmış kar etme hakkını çalıyor.
Asıl önemli soru devletin sınırlı sayıdaki taksi lisansını satma yetkisi olmalı mı? Lisans dağıtımının iki sonucu var. Birincisi devletin bu mesleği icra edenlerden vergi alıyor oluşu. İkincisi de taksi sayısını istediği ölçüde sınırlayabilmesi. Bunun amacı karbon emisyonlarının sebep olduğu hava kirliliğini ve oluşan trafiği sınırlamak ve ayrıca devletin vergi geliri ile yaptığı otoyollarının onarımını temin edebilmek olabilir. Lisans sayısının doğru tespit edildiğini iddia etmiyorum tabi ki. Örneğin on milyon nüfuslu bir kentte sadece yüz taksiye izin vermek yarardan çok zarar getirebilir. Hem de devlet taksimetre ücretlerini dikte ederek düşük tutabilse bile.
Neticede bireysel karı için olumsuz bir dışsallık yaratan bir hizmetten bahsediyoruz. Bu sebeple aslında oligopolistik bir yapı bile (ki taksi piyasası oligopolistik sayılmaz çünkü fiyatlama üzerinde taksicilerin tam yetkisi yok) verimlilik açısından tam rekabetçi bir piyasaya tercih edilebilir. Ayrıca korsan yaygınlaştığı zaman lisanslı taksici de ertesi sene korsana dönmeyi seçebilir ki bu olumsuz dışsallıkları daha da büyütecektir. O yüzden prensipte vergilendirme toplumsal açıdan doğru bir politika. Bu hususta devlet müdahelesinden hiç haz etmeyen biri çıkıp ilk defa iktisatçı Ronald Coase'un işaret ettiği gibi vergilendirme yerine mülkiyet haklarını çok kapsamlı bir şekilde tanımlayıp zarar gören vatandaş ile dışsallık yaratan taksicilerin pazarlık yapmasını önerebilir. Bu çözüm teoride daha verimli bir çözüm olabilirdi. Ama pratikte hiç de mümkün değil. Bu yüzden dolaylı veya doğrudan vergilendirme olmadıkça dışsallıktan zarar gören vatandaşları tazmin etmek mümkün değil. Yani taksi sayısını sınırlamak ve bu sektörü vergilendirmek faydalı bir devlet hizmeti.
Şarkı, bilgisayar yazılımı, ilaç gibi ürünlerin aksine taksicilik son ürün açısından bakınca metadan ziyade her bir sefer için ayrı olarak para verdiğimiz bir hizmet. Doğası itibariyle para vermeyeni dışlamak gayet kolay (yani “non-excludable” değil). Bir taksi belirli bir zaman aralığında ancak sınırlı sayıda insana hizmet verebiliyor ve diğer müşteriler o zaman aralığında o taksiden faydalanamıyor. Ayrıca taksici her kilometre için benzin parası vermek durumunda. Yani iktisadi tabirle bu hizmete olan talepler birbirine rakip (rival good).
Dolayısıyla Shelbyl’in de belirttiği gibi bu piyasanın işleyişi müzik piyasasının işleyişinden farklı. Buradan hareketle Shelbyl birkaç soruyu gündeme getirmiş. Bu sorulara kendi cevaplarımı vererek konuyu açmaya çalışayım.
Soru: Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?
Cevap: Daha önce de belirttiğim gibi son kertede korsanı hırsızlık olarak niteleyip nitelemediğimiz işin semantik boyutu dışında çok da önemli değil. Belki devletin korsanla mücadelesindeki söylem açısından bir önemi olabilir. Yine de cevap vermek istersek, evet korsan taksi hırsızlık yapmış oluyor. Nedenine gelirsek: Öncelikle devletin tanımladığı mülkiyet haklarını verili almadan bir eylemin hırsızlık olup olmadığına karar veremeyeceğimizi görmeliyiz. Devlet sınırlı sayıda taksi plakasını kendi tespit ettiği fiyattan satarak yolcu taşıyıp kar etme hakkını dağıtmış. Önceki yazımın başında verdiğim özel mülkiyet tanımına göre korsan taksi, lisanslı taksiye ayrılmış kar etme hakkını çalıyor.
Asıl önemli soru devletin sınırlı sayıdaki taksi lisansını satma yetkisi olmalı mı? Lisans dağıtımının iki sonucu var. Birincisi devletin bu mesleği icra edenlerden vergi alıyor oluşu. İkincisi de taksi sayısını istediği ölçüde sınırlayabilmesi. Bunun amacı karbon emisyonlarının sebep olduğu hava kirliliğini ve oluşan trafiği sınırlamak ve ayrıca devletin vergi geliri ile yaptığı otoyollarının onarımını temin edebilmek olabilir. Lisans sayısının doğru tespit edildiğini iddia etmiyorum tabi ki. Örneğin on milyon nüfuslu bir kentte sadece yüz taksiye izin vermek yarardan çok zarar getirebilir. Hem de devlet taksimetre ücretlerini dikte ederek düşük tutabilse bile.
Neticede bireysel karı için olumsuz bir dışsallık yaratan bir hizmetten bahsediyoruz. Bu sebeple aslında oligopolistik bir yapı bile (ki taksi piyasası oligopolistik sayılmaz çünkü fiyatlama üzerinde taksicilerin tam yetkisi yok) verimlilik açısından tam rekabetçi bir piyasaya tercih edilebilir. Ayrıca korsan yaygınlaştığı zaman lisanslı taksici de ertesi sene korsana dönmeyi seçebilir ki bu olumsuz dışsallıkları daha da büyütecektir. O yüzden prensipte vergilendirme toplumsal açıdan doğru bir politika. Bu hususta devlet müdahelesinden hiç haz etmeyen biri çıkıp ilk defa iktisatçı Ronald Coase'un işaret ettiği gibi vergilendirme yerine mülkiyet haklarını çok kapsamlı bir şekilde tanımlayıp zarar gören vatandaş ile dışsallık yaratan taksicilerin pazarlık yapmasını önerebilir. Bu çözüm teoride daha verimli bir çözüm olabilirdi. Ama pratikte hiç de mümkün değil. Bu yüzden dolaylı veya doğrudan vergilendirme olmadıkça dışsallıktan zarar gören vatandaşları tazmin etmek mümkün değil. Yani taksi sayısını sınırlamak ve bu sektörü vergilendirmek faydalı bir devlet hizmeti.
Sonuç olarak
korsan taksi her bir vatandaşa azar azar ve dolaylı olarak zarar
veriyor. Çünkü devlet vergi hedefini tutturmak zorundaysa daha kolay
vergilendirilebilir sektörlere uyguladığı vergiyi artıracaktır. Veya
vergi hedefini düşürüp hizmetlerde kısıntıya gidecektir. İlk durumda
taksici aynı hizmet için vatandaşa zorla daha çok para harcatarak
kontrata uyan diğer vatandaşları kendi çıkarı pahasına zarara sokmuş
oluyor. İkinci durumda ise vatandaşın aynı miktar vergiye daha az hizmet
almasına neden olacaktır.
Korsan taksi müşterisinin rolüne gelirsek bu müşteri sadece para verip plaka almış taksiye karşı yapılan hırsızlığı değil aynı zamanda vergi kaçırmayı da teşvik etmiş oluyor. Buradaki hırsızlık, kategorik olarak gayri-ahlakidir veya yanlıştır demek istemiyorum. Bu soruya cevap üretmek için hırsızlığı tanımlamanın yanında bu tanımdan çıkarak kendi içinde tutarlı bir ahlaki-felsefi eleştiri yapmak durumundayız. Toplanan vergiler illa doğru yerlere gidiyor da demiyorum. Bu mesele genel argümanı bağlayan bir şey değil ve korsan taksi konusundan bağımsız olarak değerlendirilmeli.
Soru: X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?
Cevap: Eğer bu arkadaş bunu meslek haline getirmemişse, yani faaliyette bir devamlılıktan bahsedemiyorsak ve tanımadığı insanları oradan buraya taşımıyorsa, hırsızlık olmaz. Aksi taktirde kayıt altındaki taksici ile haksız rekabet halinde demektir. Yine bu koşullar altında vergi de kaçırıyor diyemeyiz. Zira araç kaskosunu yaptırmış, egzost emisyon vergisini vs. her halükarda veriyor ve bir taksici kadar yollarda gezip bu işten para kazanmıyor.
Korsan taksi müşterisinin rolüne gelirsek bu müşteri sadece para verip plaka almış taksiye karşı yapılan hırsızlığı değil aynı zamanda vergi kaçırmayı da teşvik etmiş oluyor. Buradaki hırsızlık, kategorik olarak gayri-ahlakidir veya yanlıştır demek istemiyorum. Bu soruya cevap üretmek için hırsızlığı tanımlamanın yanında bu tanımdan çıkarak kendi içinde tutarlı bir ahlaki-felsefi eleştiri yapmak durumundayız. Toplanan vergiler illa doğru yerlere gidiyor da demiyorum. Bu mesele genel argümanı bağlayan bir şey değil ve korsan taksi konusundan bağımsız olarak değerlendirilmeli.
Soru: X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?
Cevap: Eğer bu arkadaş bunu meslek haline getirmemişse, yani faaliyette bir devamlılıktan bahsedemiyorsak ve tanımadığı insanları oradan buraya taşımıyorsa, hırsızlık olmaz. Aksi taktirde kayıt altındaki taksici ile haksız rekabet halinde demektir. Yine bu koşullar altında vergi de kaçırıyor diyemeyiz. Zira araç kaskosunu yaptırmış, egzost emisyon vergisini vs. her halükarda veriyor ve bir taksici kadar yollarda gezip bu işten para kazanmıyor.
Toplumsal
etkisi olumsuz olduğuna göre korsan taksiye karşı ne yapmalı? Bu noktada
devletin ve taksicilerin korsanla en etkili nasıl mücadele edebileceği
sorusunu sormak lazım. Korsan taksicilerin kendilerini gizlemesi çok
kolay (Müşterinin aslında arkadaşı olduğunu iddia edebilir vs.
Müşterinin bireysel çıkarı da bu yönde ifade vermek olduğuna göre devlet
denetiminden kaçmak kolay). O yüzden ne müşteriye ne de korsan
taksiciye yüksek ceza tehtidi caydırıcı olur gibi gelmiyor bana. Pozitif
politikalar daha iyi sonuç verebilir. Vatandaşı ikna kampanyaları,
ihbar karşılığı ödüllendirme ve lisanslı taksicilerin şüphelendikleri
korsan taksiler hakkında delil toplamaya çalışması belki kısmı bir çözüm
olabilir. Şoför lobisini daha düşük fiyatlamaya ikna etmek de hem
lisanslı taksinin karına hem de tüketicinin faydasına olabilir.
Subscribe to:
Posts (Atom)