Thursday, May 24, 2012

Devletin Cinsiyetler Arası İlişkiye Bakışı Neye Delalet Ediyor?

Radikal'de yayımlanan Gençlik kampları harem-selamlık oldu! başlıklı haber hükümetin toplumdaki kız/kadın-erkek ilişkisine nasıl yaklaştığını, çoğunlukla dini inanışlardan temellenen ahlaki kodlamaların devletin bilinçaltına ne derece sirayet etmiş olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Çok benzer bir hadisenin yakın zamanda, Samsun'daki 19 Mayıs gençlik ve spor bayramı etkinlikleri sırasında bir erkekle kadının güreş tutması üzerine Samsun Valiliği'nin başlattığı incelemeyle kamuoyunun gündemine geldiğini de unutmamak lazım.

Peki kamplar neden harem-selamlık olarak ayrılıyor? İlk olarak akla gelen halkın önemli bir kısmının harem-selamlık bir uygulamayı tercih ediyor olabileceği. O zaman tamamen karma uygulama yapmak bu insanların bu ücretsiz hizmetten yararlanmalarını engelleyerek onlara haksızlık yapmak olabilir. Peki karma kamp dönemleri neden tamamen kaldırılıyor? Neden daha sınırlı sayıda da olsa karma kamp için kayıt alınmıyor? Aynı Milli Eğitim Bakanlığı'nın talebe göre Kürtçe, Lazca, Çerkezce dersleri açılacağını taahhüt etmesi gibi tespit edilecek talebe göre daha ufak çaplı da olsa kız-erkek karışık yaz kampları yapılamaz mıydı?

Yoksa varsayım haremlik selamlık uygulamanın çocukların bu kamplardan alacağı faydayı düşürmediği mi? Kampların amacı aynı zamanda çocukların birbirleriyle iletişim kurması, sosyalleşmesi, arkadaşlık bağları oluşturması değil mi? Çocukların karşı cinsle iletişim kurup kurmaması hiç mi önemli değil? Hadi onu da geçtim, geçmişte karma kamplara çocuklarını gönderen ailelerin haremlik-selamlık sistemine dönünce çocuklarını göndermekten cayacağı, ve bu tepkinin de mantıklı sebeplere dayanabileceği göz ardı mı ediliyor?

Muhafazakar ailelerin kendi inanışları ve ahlak anlayışlarına göre karma aktivitelerde bazı sakıncalar görebileceğini yadsımıyorum. Örneğin kız çocukların özellikle ergenlik çağındaki erkekler tarafından fiziksel tacize maruz kalma ihtimalleri olabilir. Veya çocuklarının karşı cinsle aralarında duygusal ve cinsel yakınlaşmalar aileleri rahatsız edebilir. Peki bunun çözümü karma kampları ortadan kaldırmak mıdır? Farzedelim hem karma hem de haremlik-selamlık kamp düzenlemeleri bir takım kısıtlar (bütçe, zaman, mekan) yüzünden mümkün değil. Bu durumda karma sistem yerine haremlik-selamlığı seçmek savunulabilir mi? Benim idealimdeki devlet bu tarz bir kararı meşruluğu savunulabilecek bir genel toplumsal fayda prensibine dayandırmak durumundadır. Ve o prensibin beslendiği gerekçe (örneğin "genel ahlakın" muhafazası veya çoğunluğun bu konudaki talebi) şayet devletin sağladığı diğer hizmetlere de uygulanabiliyorsa mutlaka uygulanmalıdır. Aksi taktirde devlet ya ayrımcılık yapmaktadır ya da kendisinden beklenen tutarlılığı göstermemektedir. Buradan hareketle diyorum ki devletin sağladığı ilk ve orta öğretim ve hatta yüksek öğretimde de haremlik-selamlık sınıf uygulamasına, ve hatta kızlara ve erkeklere ayrı okul binası uygulamasına gidelim. Yoksa muhafazakar vatandaşlarımızın ve devletimizin haremlik-selamlık yaz kampları konusunda ortaya koyduğu "haklı" gerekçeler iş çocuklarımızın haftada 5 gün gittiği ve saatler geçirdiği okul ortamına gelince bir anda geçersiz mi kalıyor?

Gençlik Hizmetleri Genel Müdürlüğü Gençlik kampları yetkilileri zaman zaman kamplarda kız-erkek ayrımı yapıldığını ve 6 yıldan bu yana ise kamp çalışmalarının karma olarak yapıldığını belirtmiş. Bu ifadeyi biraz irdelemek gerek. İfade çok açık olmasa da benim anladığım önceden kız ve erkekler aynı dönem kapsamında kamplara kabul ediliyor, ama zaman zaman kız ve erkekler kamp içindeki aktivitelere birbirlerinden ayrı katılıyormuş, zaman zaman da kamplar tam anlamıyla karma olarak yürütülüyormuş. Şimdi ise kampların kız ve erkek dönemleri olarak daha katı bir şekilde ayrılmasına karar verilmiş. Peki o zaman bu değişimin sebebi nedir? Eğer seçmenin bu konuda bir şikayeti vardıysa Genel Müdürlüğün bunu 6 yıl boyunca farketmemiş olması mümkün mü? Yoksa bunu hükümetin ve bürokrasideki kadroların artık gelecek olumsuz tepkilerden etkilenmeyecek veya bu tepkileri gözardı edecek gücü ve otoriteyi elde ettikleri şeklinde mi yorumlamalıyız?

Kararlarına temel aldığı prensiplerin sonuna kadar arkasında durmaya çalışan bir devletimiz olsaydı zamanla okullarda da cinsiyet temelli sınıf/bina ayrımına gidileceğini öngörebilirdik. Prensipsiz ve tutarsız bir devletimiz olmasına şükretmek için alın size bir neden. Neyseki devlet henüz izlediği politikaları başka alanlara (okullara, çocuk hastaneleri ve kliniklerine vs.) genişletmenin yol açacağı absürdlüğü, bunun yaratacağı toplumsal infiali göze alamamaktadır.

Neticede bu tarz uygulamaların münferit vakalar olmadığını AKP iktidarı geçmişteki benzer uygulamalarıyla veya bu uygulamaları başlatan bürokratlara göz yumarak birçok kere gösterdi. Önemli bir çoğunluğu muhafazakar bir toplumun iş başına getirdiği muhafazakar bir hükümetten harem-selamlık seçeneğini getirmesini ben de dahil birçoğumuz yadırgamamıştır herhalde. Fakat karma kampları seçme şansının kaldırılmasını sadece muhafazakarlıkla açıklamak mümkün değil. Bu noktada insanın aklına başka açıklamalar geliyor. Acaba karşımızda geçmiş hükümetlerin dindar/muhafazakar kesimin duyarlılıklarını tamamen hiçe saymasına tepki duyan ve bu tepkisini rövanşist politikalar ile gösteren bir iktidar mı var? Geçmişte maduriyet yaşamış kemik seçmen kitlesinin bu maduriyetini gidermenin ötesinde çoğulculuktan uzak bu politikalarla toplumun diğer kesimini mağdur etme yolunu seçmiş bir iktidardan bahsedebilir miyiz? AKP, uzun iktidarı süresince sadece kendinden önce hakim olan devlet zihniyetinden değil, sosyal ve kültürel olarak o zihniyetle ilişkilendirdiği vatandaşlarından da intikam almayı mı istemektedir? 

Monday, May 21, 2012

Korsan Taksiyle Mücadele Etmeli mi?

Bir önceki yazıda müzik sektöründe korsan dağıtımdan bahsetmiştim. Bu yazıda korsan taksi iyi midir kötü müdür, devlet korsan taksicileri ve/veya korsan taksiye binenleri cezalandırmalı mı, iktisat bu konuda nasıl bir perspektif sunabilir buna değineceğim. Herhangi bir iktisadi eyleme hırsızlık deyip demediğiniz, bu adlandırma iktisadi hayatı etkiliyorsa önemli olabilir. Ancak ben bu konuya girmeyeceğim [Zira Shelbyl'in ilk yazıma yaptığı yorumdan anlaşıldığı gibi onun yazısındaki asıl kasıt bazı aktivitelerin devlet tarafından hırsızlık olarak nitelenmesine rağmen benzer başka bir takım aktivitelerin bu şekilde nitelenmemesindeki çelişkiye/seçiciliğe dikkat çekmek]. Önemli olan bu eylemlerin ekonomiye olan genel etkisini incelemek. Çünkü devletin izlemesini isteyeceğimiz politika bu etkiye bağlı.

Şarkı, bilgisayar yazılımı, ilaç gibi ürünlerin aksine taksicilik son ürün açısından bakınca metadan ziyade her bir sefer için ayrı olarak para verdiğimiz bir hizmet. Doğası itibariyle para vermeyeni dışlamak gayet kolay (yani “non-excludable” değil). Bir taksi belirli bir zaman aralığında ancak sınırlı sayıda insana hizmet verebiliyor ve diğer müşteriler o zaman aralığında o taksiden faydalanamıyor. Ayrıca taksici her kilometre için benzin parası vermek durumunda. Yani iktisadi tabirle bu hizmete olan talepler birbirine rakip (rival good).

Dolayısıyla Shelbyl’in de belirttiği gibi bu piyasanın işleyişi müzik piyasasının işleyişinden farklı. Buradan hareketle Shelbyl birkaç soruyu gündeme getirmiş. Bu sorulara kendi cevaplarımı vererek konuyu açmaya çalışayım.

Soru: Örneğin X kişisi cebinde 10 lira ile bir yerden bir yere gitmek istesin, taksiyle pazarlık yapsın, taksi kabul etmesin, ve sonrasında korsan taksiye binsin. Bu durumda korsan taksi ve müşteri hırsızlık yapmış olur mu?

Cevap: Daha önce de belirttiğim gibi son kertede korsanı hırsızlık olarak niteleyip nitelemediğimiz işin semantik boyutu dışında çok da önemli değil. Belki devletin korsanla mücadelesindeki söylem açısından bir önemi olabilir. Yine de cevap vermek istersek, evet korsan taksi hırsızlık yapmış oluyor. Nedenine gelirsek: Öncelikle devletin tanımladığı mülkiyet haklarını verili almadan bir eylemin hırsızlık olup olmadığına karar veremeyeceğimizi görmeliyiz. Devlet sınırlı sayıda taksi plakasını kendi tespit ettiği fiyattan satarak yolcu taşıyıp kar etme hakkını dağıtmış. Önceki yazımın başında verdiğim özel mülkiyet tanımına göre korsan taksi, lisanslı taksiye ayrılmış kar etme hakkını çalıyor.

Asıl önemli soru devletin sınırlı sayıdaki taksi lisansını satma yetkisi olmalı mı? Lisans dağıtımının iki sonucu var. Birincisi devletin bu mesleği icra edenlerden vergi alıyor oluşu. İkincisi de taksi sayısını istediği ölçüde sınırlayabilmesi. Bunun amacı karbon emisyonlarının sebep olduğu hava kirliliğini ve oluşan trafiği sınırlamak ve ayrıca devletin vergi geliri ile yaptığı otoyollarının onarımını temin edebilmek olabilir. Lisans sayısının doğru tespit edildiğini iddia etmiyorum tabi ki. Örneğin on milyon nüfuslu bir kentte sadece yüz taksiye izin vermek yarardan çok zarar getirebilir. Hem de devlet taksimetre ücretlerini dikte ederek düşük tutabilse bile.

Neticede bireysel karı için olumsuz bir dışsallık yaratan bir hizmetten bahsediyoruz. Bu sebeple aslında oligopolistik bir yapı bile (ki taksi piyasası oligopolistik sayılmaz çünkü fiyatlama üzerinde taksicilerin tam yetkisi yok) verimlilik açısından tam rekabetçi bir piyasaya tercih edilebilir.  Ayrıca korsan yaygınlaştığı zaman lisanslı taksici de ertesi sene korsana dönmeyi seçebilir ki bu olumsuz dışsallıkları daha da büyütecektir. O yüzden prensipte vergilendirme toplumsal açıdan doğru bir politika. Bu hususta devlet müdahelesinden hiç haz etmeyen biri çıkıp ilk defa iktisatçı Ronald Coase'un işaret ettiği gibi
vergilendirme yerine mülkiyet haklarını çok kapsamlı bir şekilde tanımlayıp zarar gören vatandaş ile dışsallık yaratan taksicilerin pazarlık yapmasını önerebilir. Bu çözüm teoride daha verimli bir çözüm olabilirdi. Ama pratikte hiç de mümkün değil. Bu yüzden dolaylı veya doğrudan vergilendirme olmadıkça dışsallıktan zarar gören vatandaşları tazmin etmek mümkün değil. Yani taksi sayısını sınırlamak ve bu sektörü vergilendirmek faydalı bir devlet hizmeti. 

Sonuç olarak korsan taksi her bir vatandaşa azar azar ve dolaylı olarak zarar veriyor. Çünkü devlet vergi hedefini tutturmak zorundaysa daha kolay vergilendirilebilir sektörlere uyguladığı vergiyi artıracaktır. Veya vergi hedefini düşürüp hizmetlerde kısıntıya gidecektir. İlk durumda taksici aynı hizmet için vatandaşa zorla daha çok para harcatarak kontrata uyan diğer vatandaşları kendi çıkarı pahasına zarara sokmuş oluyor. İkinci durumda ise vatandaşın aynı miktar vergiye daha az hizmet almasına neden olacaktır.

Korsan taksi müşterisinin rolüne gelirsek bu müşteri sadece para verip plaka almış taksiye karşı yapılan hırsızlığı değil aynı zamanda vergi kaçırmayı da teşvik etmiş oluyor. Buradaki hırsızlık, kategorik olarak gayri-ahlakidir veya yanlıştır demek istemiyorum. Bu soruya cevap üretmek için hırsızlığı tanımlamanın yanında bu tanımdan çıkarak kendi içinde tutarlı bir ahlaki-felsefi eleştiri yapmak durumundayız. Toplanan vergiler illa doğru yerlere gidiyor da demiyorum. Bu mesele genel argümanı bağlayan bir şey değil ve korsan taksi konusundan bağımsız olarak değerlendirilmeli.

Soru: X kişisi 10 lirayı taksiye vermek yerine arkadaşına diyor ki "Abi ben sana 10 lira benzin parası vereyim, beni şuraya bırak." Bu durumda arkadaş korsan taksicilik faaliyeti yapmış olur mu?

Cevap: Eğer bu arkadaş bunu meslek haline getirmemişse, yani faaliyette bir devamlılıktan bahsedemiyorsak ve tanımadığı insanları oradan buraya taşımıyorsa, hırsızlık olmaz. Aksi taktirde kayıt altındaki taksici ile haksız rekabet halinde demektir. Yine bu koşullar altında vergi de kaçırıyor diyemeyiz. Zira araç kaskosunu yaptırmış, egzost emisyon vergisini vs. her halükarda veriyor ve bir taksici kadar yollarda gezip bu işten para kazanmıyor.
 
Toplumsal etkisi olumsuz olduğuna göre korsan taksiye karşı ne yapmalı? Bu noktada devletin ve taksicilerin korsanla en etkili nasıl mücadele edebileceği sorusunu sormak lazım. Korsan taksicilerin kendilerini gizlemesi çok kolay (Müşterinin aslında arkadaşı olduğunu iddia edebilir vs. Müşterinin bireysel çıkarı da bu yönde ifade vermek olduğuna göre devlet denetiminden kaçmak kolay). O yüzden ne müşteriye ne de korsan taksiciye yüksek ceza tehtidi caydırıcı olur gibi gelmiyor bana. Pozitif politikalar daha iyi sonuç verebilir. Vatandaşı ikna kampanyaları, ihbar karşılığı ödüllendirme ve lisanslı taksicilerin şüphelendikleri korsan taksiler hakkında delil toplamaya çalışması belki kısmı bir çözüm olabilir. Şoför lobisini daha düşük fiyatlamaya ikna etmek de hem lisanslı taksinin karına hem de tüketicinin faydasına olabilir.

Korsan Müzik Hırsızlık mıdır? İyi midir Hoş mudur?

Shelbyl Korsan ve Hırsızlık başlıklı yazısında özel mülkiyet ve hırsızlık konusuna iki örnek üzerinden değiniyor: Korsan müzik ve korsan taksicilik. Fakat ortaya koyduğu analiz biraz problemli ve kendisinin de belirttiği gibi biraz da eksik. Bu yazı ve onu takip edecek ikinci bir yazı ile hem bu problemlere değinmek hem de konu açılmışken biraz daha geniş bir iktisadi bakış açısı sunmak istiyorum. Tabiki iktisatçıların bu konular üzerine çokça kafa yorduğu için yazacaklarımın çoğu bana ait orjinal tespitler değil. Amacım bu tespitleri iktisatçı olmayanların daha rahat anlayabileceği şekilde açıklamak.


Meseleyi önce ikiye ayıralım. Birincisi özel mülkiyetin ve hırsızlığın tanımı meselesi. İkincisi de korsanın/hırsızlığın toplumsal sonuçları ve müzik piyasasının (ve onunla benzeşen yani entellektüel içeriği yoğun ürün piyasalarının) nasıl regüle edileceği meselesi. Taksi hizmeti meselesi ise diğer yazımın konusu olacak.


1. Tanım Sorunu


Shelbyl’in yazısındaki en büyük problem özel mülkiyetin ve hırsızlığın çok dar bir şekilde tanımlamasından kaynaklanıyor. Özel mülkiyet sadece kullanım veya tüketim hakkının bireye ait olma durumunu değil, aynı zamanda üreticinin ürünü veya ürünün dağıtım haklarını satma tekelini de kapsıyor. Bu yüzden de yazar yanıltıcı bir şekilde hırsızlığı mal sahibinin o malı kullanım hakkının gaspı gibi dar bir tanıma sınırlıyor. Özel mülkiyeti toplumsal fayda açısından savunanların argümanı, sadece kullanım hakkının gasbının kötü sonuçlar (Örnek: “Eğer çalışarak satın aldığım  veya inşa ettiğim eve biri çıkıp zorla el koyacaksa çalışıp üretmemin anlamı yok”) doğurması değil. Mesele aynı zamanda kullanım hakkını satma hakkının gasbı (Örnek: “Evimi emlak piyasası yükseldiğinde onu bana nazaran daha çok değerleyen birine satamayacaksam daha küçük bir ev inşa ederim” veya “Evime yüksek değer biçen müşteri buna rağmen mevcut evine razı olmak durumunda kalır”).


Özel mülkiyetin ne olduğu hakkındaki kavram kargaşasını giderdiğimizde piyasaya korsan müzik sürenlere hırsız diyebiliyoruz. Sanatçıdan veya ona para ödeyerek dağıtım haklarını satın alan plak şirketinden çalınan şey söz konusu ürünün kullanım haklarını satma hakkı. Yani emek ve sermaye harcayarak ortaya çıkarılan maldan kar etme hakkının çalınması söz konusu. Burada hırsız ürünü para verip bile alsa ürünü kopyalayıp paylaştığında (dikkat edin illa para karşılığı ürünü satması gerekmiyor) üreticinin o üründen kar etme hakkını, ve dolayısıyla özel mülkiyet hakkını ihlal etmiş oluyor. House M.D. dizisini kaydedip Youtube’a koyarsan bu tanım itibariyle hırsızlık olur. Sen doğrudan bu dağıtımdan kar etmesen bile. Bu ikincisi bir nevi Robinhood’luk oluyor. Radyodan teybe müzik çekmek veya televizyonda bir programı kaydetmek ise onu alıp dağıtmadığınız sürece hırsızlık değil, ama hırsızları teşvik oluyor. Aynı çocuk emeği kullanan spor ayakkabı firmasından bu gerçeği bile bile ayakkabı aldığımızda Çin’deki taşeron firmayı ve ucuz diye onu seçen ayakkabı firmasını daha çok çocuk işçi kullanmaya teşvik etmek gibi.


Özel mülkiyeti ihlal etmenin ne kadar kolay olduğu hangi üründen bahsettiğimize göre değişir. Entellektüel ürünleri izinsiz çoğaltıp dağıtmak (kısaca korsan piyasa yaratmak) daha kolay, özellikle de internet üzerinden yapılıyorsa. Bu tamamen ürünün doğasından kaynaklanıyor. Bir diğer değişle bireylerin kullanımını kontrol etmenin zor olduğu (non-excludable) ürünlerden bahsediyoruz. Bu özellik çoğaltımın, yani replikasyonun kolaylığından kaynaklanıyor. Çünkü bunun için korsancıların ürünü deşifre etmeye yani nasıl yapıldığını çözmeye ihtiyacı yok. Dolayısıyla Microsoft, Windows işletim sisteminin yeni sürümünü piyasaya sunarken birçok potansiyel tüketicinin para vermeden bu ürünün korsan kopyalarından faydalanabileceğini göze almak durumunda. Bu gerçek hem ürün fiyatlamasını hem de ürün arzını etkiliyor. Örneğin firma ilk alıcı dışında herkesin ürünü kaçak olarak temin edeceğini bekliyorsa ya o kadar AR-GE yatırımına girerek o ürünü üretmez veya üretse bile astronomik bir fiyata satması gerekir.  Yani hariç tutulamayan (non-excludable) ürünlerin sunulduğu piyasalarda üreticinin arzı artırma veya fiyatı düşürme motivasyonu oldukça düşük olabilir. Bu tespite yazının ikinci kısmında tekrar döneceğiz.


2. Bilgi Yoğun Ürün Piyasalarında Korsan Üretimin Toplumsal Sonuçları


Toplumsal fayda soyut bir kavram ve bu kavramdan ne anlamamız gerektiği kaçınılmaz olarak tartışmaya açık bir konu. Biraz yol katedebilmek adına iktisatçıların kullandığı standart tanımlardan birini ölçü alıp toplumsal faydayı bireylerin tükettikleri ürünlerden aldıkları mutluluğun toplamı olarak kabul edeceğim.  Buradaki dolaylı varsayım toplumsal faydanın pastanın nasıl bölüştürüldüğünden bağımsız olduğu. Eğer bu gerçek dışı varsayımı yapmak istemezsek, alternatif olarak, pastayı olabildiğince büyüttükten sonra en ideal dağılımı gerçekleştirebilecek transfer mekanizmalarının mevcut olduğunu (örneğin devletin istediği miktarı senden alıp bana verebildiğini) ve bu mekanizmaların varlığının pastanın boyutunu etkilemeyeceğini kabul edebiliriz.


Şimdi meseleye geri dönersek önce korsanın kar potansiyelini eriterek üreticiye zarar verdiğini kabul etmeliyiz. Peki korsan piyasa toplumsal açıdan da kötü bir şey olmak zorunda mı? Buna cevap ararken bir kez daha ürünlerin doğasına dönmek gerekiyor.


Metaları tüketici için içerdiği değere ve üreticinin kullandığı girdinin doğasına göre iki sınıfa ayırabiliriz. Bir tarafta ekmek, çekiç, araba gibi üretiminde fiziki girdilerin oranının yüksek olduğu ve tüketim değeri büyük oranda fiziki işlevselliğinden ve faydasından kaynaklanan metalar var. Diğer tarafta ise müzik albümü, resim, bilgisayar programı gibi üretiminde entellektüel emeğin daha çok rol oynadığı ve tüketim değerini büyük oranda sanatsal veya bilgisel içeriğinden alan metalar var. Bu kategorideki ürünlerin en önemli özelliği bir kere üretildiklerinde tüketilerek azaltılamaz oluşları. Shelbyl’in verdiği korsan müzik örneğinden gidersek Ahmet'in internetten Radiohead'in son albümünü indirmesi, Mehmet'in o albümü indirip dinlemesini zorlaştırmıyor. Fakat bu, yazarın iddia ettiğinin aksine internet ortamında MP3 olarak sunulan albümün hariç tutulamaz (non-excludable) olmasından değil –ki bu özelliği daha önce tanımlamıştık- Ahmet'in bu ürüne olan talebi ile Mehmet'in talebinin birbirine rakip olmamasından kaynaklanıyor. Örneğin bir ekmeğin yarısını yediğinizde diğer arkadaşınıza sadece yarım ekmek kalıyor ama bir ders kitabının ilk bölümünü okuyan arkadaşınız kitabı size ödünç verdiğinde siz de aynı bölümü okuyabiliyorsunuz. Bu tarz ürünler iktisatçılar tarafından "non-rival" olarak adlandırılıyor. Tam da bu yüzden bu gibi ürünlere tüketicinin biçtiği birim değer, yani o birimden elde ettiği fayda, aynı birimin toplumun geneli için ifade ettiği faydanın çok altında kalabiliyor.


Buradan hareketle herkesin ucuza satın alabildiği korsan müzik albümleri aslında toplum için iyi sonucuna varabilirdik. Ancak hatırlarsanız bu ürünler aynı zamanda para ödemeyenleri kullanımdan kolay kolay dışlayamadığınız (non-excludable) ürünler. Dolayısıyla korsan piyasanın önlenemediği bir serbest piyasa ekonomisinde özel işletmeler bu ürünleri toplumsal faydayı ençoklayacak miktarın altında üretmeyi seçeceklerdir. Çünkü üretim sonucu yarattıkları toplumsal katma değer giderek artsada firmalar bu üretimden doğan faydanın çok ufak bir kısmını kar olarak ellerinde tutabildiklerinden AR-GE yapıp sonra da zarara girmek istemeyecektir.


3. Son tespitler


Bu analizden çıkan sonuç korsanın toplumsal faydaya etkisinin teorik açıdan pek de net olmadığı. Bir sefer AR-GE’si yapılıp piyasaya sunulan bir yazılım veya ilacın çoğaltım ve dağıtımı çok ucuz olduğu ve toplumsal fayda çarpanı yüksek olduğu için olabildiğince çok insana ulaşması arzulanırken, üreticinin telif veya patent hakları korunamadığı sürece yüksek AR-GE isteyen kaliteli yazılımların ve faydalı ilaçların arzının zamanla düşeceği de bir gerçek. Televizyonda orada burada karşımıza çıkan yaygın söylem aslında bir ölçüde doğru. Gerçekten de tüketici olarak korsan müzik alarak korsanı teşvik edersek daha kaliteli albümlerden mahrum kalmamız mümkün. Normatif bir çıkarım yapacak olursak, bilgi yoğun ürünlerin makul patent veya telif hakkı süreleri olmalı. Ama bu süreler bizi Beethoven’in 9. Senfonisini parayla indirmek zorunda bırakmamalı. Patent süresi dolunca her isteyen bir albümü rahatça dağıtabilecek ve böylece sadece korsan aktiviteleri göze alabilen ufak bir azınlık değil herkes eşit derecede bedava ve kaliteli müzik dinleyebilecek.


Tabi ne devlet ne de üreticiler korsanı engellemeye muktedir olmayabilir. O zaman ideale en yakın ama uygulanabilir alternatiflere yönelmek gerekecektir. Zaten hali hazırda olan da bu. Bir yandan internet teknolojisinin ilerlemesi diğer yandan da albüm yapmanın maaliyetini düşüren diğer teknolojik gelişmeler sanatçıları ve plak şirketlerini farklı stratejilere itiyor. Öncelikle sektör albüm satışlarından ziyade giderek daha yüksek oranda turne ve reklam gelirlerinden para kazanıyor. Bununla birlikte internetin entellektüel ürün çeşitliliğini ve sanatçılar arası rekabeti artırması ile İnterneti ürün satışından ziyade ürün promosyonu olarak kullanma stratejisi benimsendi. Radiohead'in albümünü prensipte bedava sunması gibi. Tabi entellektüel ürünler arasında da farklar yok değil. Örneğin aynı grubun iki farklı konserine gitmek anlamlıyken aynı filmi sinemada iki kez izlemek pek de tercih ettiğimiz bir şey değil. Sinemada izlenen filmden alınan keyif evde izlenen filme göre artık çok fazla olmasa da konsere gidip bir grubu canlı izlemenenin, o kalabalığın içinde olmanın keyfi çok farklı. Neyse lafı daha fazla uzatmayalım. Neticede bu konu oldukça geniş bir spektrumdan irdelenebilir.


Bir sonraki yazıda korsan taksi meselesine değineceğim. Zira Shelbyl’in de ifade ettiği gibi taksicilik hizmeti farklı bir yapıya sahip ve korsan taksinin hırsızlık olup olmadığı ve toplumsal etkisi ayrı bir analiz gerektiriyor.

Tuesday, May 1, 2012

Reklam harcamaları üzerine

Firmaların yaptıkları ürün reklamlarını iktisadi olarak birkaç şekilde açıklayabiliriz:

(1) Tüketicilerin gözünde rekabet halindeki ürünlerin kaliteleri hakkında bir belirsizlik varsa yüksek reklam harcamaları (fiyatın yanısıra) yüksek kaliteli firmanın kendini düşük kaliteli firmadan ayırmasını sağlayabilir. Bu yaklaşım altında reklamın gözlenebilen ve firmaların karına etki eden herhangi bir sinyalden (örneğin para yakmak) farkı yok.

(2) Reklamlar ürün hakkında tüketiciye daha fazla bilgi sunarak talebi etkilemeye çalışabilir.

(3) Reklamlar tüketiciyi ürün hakkında yanıltarak talebi etkileme amacını güdebilir.

Muhtemelen pratikte reklamın her üç unsuru da işlevsel. Ancak firmaların hem fiyatta hem de reklamda rekabet ettiğini düşünürsek kendimize şu soruyu sorabiliriz: Ürün kalitesi hakkında fiyatın açık etmediği ne gibi bir bilgi olabilir?

Aynı reklam harcamasını yapan iki firma farklı fiyatlama yaptığında rasyonel tüketici hangi ürünün daha kaliteli olduğunu anlayacaktır. Örneğin, eğer aynı şekilde fiyatlama yapan iki firma farklı reklam harcamaları yapıyorsa bu da daha kaliteli ürünün hangi firma tarafından satıldığını açık edecektir. Birim maliyetlerin her firma için aynı olduğu bir dünyada bu senaryo altında daha düşük fiyatlama yapan firmanın daha kaliteli ürün sattığını söyleyebilir miyiz? Düşük fiyat kalite aynı olarak algılandığı taktirde daha yüksek talep demek. Toplam gelir bu şartlar altında fiyatın yüksekliğine bağlı olarak düşük fiyat veren firma için daha yüksek de olabilir daha düşük de. Reklam masraflarının aynı olduğunu düşünürsek, eğer toplam gelir düşük fiyatlama yapan firma için daha yüksekse tüketiciler bu firmanın düşük kaliteli olduğu çıkarımını yapıp bu firmanın ürününe olan taleplerini kısmen yüksek fiyatlama yapan firmaya kaydıracaklardır. Aksi taktirde öbür firmadan daha yüksek fiyatlama yapmayı anlamlı bulmayacaktır. Eğer toplam gelir düşük fiyatlama yapan firma için daha düşükse tam tersi senaryo geçerli olacak ve müşteriler düşük fiyatlama yapan firmanın daha kaliteli ürün sattığına inanacaklardır. Bu bu inanç dengede doğrulanacaktır. Dengede reklam harcamaları ne olacaktır? Reklamın bir maliyeti olduğuna göre eğer tüketiciler ürün kalitelerini tam olarak biliyorsa ne yüksek kaliteli firma ne de düşük kaliteli firma bu tür bir denge altında reklam harcaması yapmayacaktır.

Farklı reklam harcaması yapan iki firma aynı fiyatı istediğinde ise şöyle düşünmemiz gerekir. Eğer tüketiciler kaliteyi aynı olarak algılasalardı, az reklam yapan firmanın karı daha yüksek olacaktı. Bu yüzden tüketicinin inancı az reklam yapan firmanın düşük kaliteli olduğu yönünde olmadığı ve çok reklam yapan firmanın ürününe daha çok talep göstermediği taktirde yüksek kaliteli firma için çok reklam yapmak anlamlı olmayacaktır. Dolayısıyla tüketicinin inançlarının değişmesi gerekecektir. Bu yüzden bu tarz bir fiyat-reklam profilinin denge olabilmesi için yüksek kaliteli firmanın daha çok reklam yapması gerekmekte. Eğer tüketici firmalar farklı strateji izlediği anda her iki firmanın da kalitesini net olarak bilebiliyorlarsa düşük kaliteli firma hiç reklam yapmayacaktır zira ne yaparsa yapsın bu talebi etkilemeyecektir.

Bir de tabi firmaların hem fiyat hem de reklam miktarı açısından birbirinden ayrışması mümkün. Bu durumda yüksek kaliteli firmanın talebi düşürücü yüksek fiyat ile talebi artırıtıcı yüksek reklam yaptığı ve düşük kaliteli firmanın da düşük fiyat düşük reklam seçtiği dengeler olabilir. Tabi düşük reklam yapan düşük kaliteli firmanın yine daha önce değindiğim gibi tüketicinin kalite hakkındaki çıkarım kabiliyetine göre pozitif miktarda reklam yapması da mümkün hiç reklam yapmaması da.

Daha önce de değindiğim gibi, tüm bu analiz tüketicinin bu iki ürünün kalitesinin ne kadar yüksek olduğunu ve aradaki kalite farkının tam olarak ne olduğunu bildiği anlamına gelmiyor. Neticede firmaları ayrıştıran (firmaların farklı stratejiler izlediği) dengeler kümesinde fiyat farkının ve/ya reklam miktarındaki farkın kalite farkı ve miktarları konusunda tam olarak bilgilendirici olması şart değil. Bu gerçek bizi manipülatif reklamın etkili olabileceği sonucuna götürüyor.Ancak bu noktada cevaplanması gereken soru şu:

Ayrıştırıcı denge bir tane mi yoksa birden fazla mı? Eğer bir tane ise bu dengede pozitif reklam yapan yüksek kaliteli firma reklam miktarını neye göre belirliyor? Öncelikle diğer firmanın sadece kendisini taklit etme isteğini yok edecek kadar reklam yapması optimal mi? Stratejilerdeki ayrışmaya rağmen kalitenin belirsizliğini koruduğu bir ortamda, eğer reklam miktarı müşterilerin inançlarını talep artışına sebep olacak şekilde etkileyebiliyorsa bu "minimal reklam" stratejisi optimal olmayabilir. Peki yüksek reklam harcaması hakikaten kalite konusunda müşteriyi ikna edebilir mi? Müşteriler ek reklamın ek masraf olduğunu bildiğine göre yüksek kaliteli firmanın rasyonel hareket ettiğini düşünen tüketici reklam harcamalarındaki artışa cevap verecektir.