Tuesday, July 31, 2012

Devlet ve Birey Bir Zamanlar Anadolu'dayken

Teknik anlamda sinema sanatına çok vakıf olduğumu iddia edemem. Ama sinema oldukça ilgilendiğim ve en severek takip ettiğim sanat dalı. Bu yazıda son zamanlarda beni en çok etkileyen filmlerden birinden bahsedeceğim. Nuri Bilge (N. B.) Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da filminden. Bu yazı etraflı bir sinema eleştirisinden ziyade filmin bana çağrıştırdıkları üzerine bir deneme olacak. Birçok farklı eleştiri için yönetmenin sitesindeki bağlantıları deneyebilirsiniz.

Bu yazı filmi izlememiş olanlar için birçok spoiler içeriyor. Özellikle filmi izleme niyetiniz varsa bu paragrafı okumadan geçin derim. Filmi izlemiş olup da hatırlamayanlar için film hakkında genel bir bilgi vermek ve kısaca hikayeyi özetlemekte fayda var. N. B. Ceylan filmin senaryosunu Ercan Kesal ve Ebru Ceylan ile beraber yazmış. Mekan Kırıkkale'nin Keskin Kasabası civarı. Filmin açılış sahnesinde Yaşar (Erol Eraslan), Kenan (Fırat Tanış) ve Ramazan (Burhan Yıldız) hep beraber bir lastikçi dükkanında rakı eşliğinde muhabbet etmektedir. Bir sonraki sahnede kendimizi akşam vakti karanlık inmeye yakın, bir bozkırda, toprak bir yolun kenarındaki çeşme basında buluruz. Uzaktan parlayan farlarıyla üç araba bozkırın huzurlu sessizliğini delerek yaklaşmaktadır. Kenan, Yaşar'ı öldürdüğünü itiraf etmiştir. Dosyanın kapanması için meftanın gömüldüğü yerin tespit edilmesi ve ilgili tutanakların hazırlanması gerekmektedir. Filmin karakterlerini bir araya getiren bir gereklilik. Arabalar çeşmenin başında durur. Polis memurları şüphelilerle beraber arabadan inerler. Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan) Kenan'a cesedin gömüldüğü yeri sorar. Kenan olay gecesi çok sarhoş olduğu için suç ortağı Ramazan ile beraber meftayı tam nereye götürdüklerini hatırlayamaz. Saatler ilerler ama cesedin yeri bir türlü tespit edilemez. Yorulan ekip geceyi geçirmek üzere yakındaki bir köye gider. Muhtarın (Ercan Kesal) güzel kızı Cemile'nin (Cansu Demirci) kahramanlarımıza çay ikram ettiği sahnede karakterlerle beraber biz de gerçekle rüya arasında bir yere yolculuk ederiz. Cemile tepsideki gaz lambasının ışığı altında adeta bir melek gibi görünür. Kıza uzun uzun bakan Kenan içindeki masum çocuğu hatırlar sanki. Zanlı bu anın tetiklemesiyle bir duygu boşalması yaşar ve cinayeti aydınlatacak itirafları yapmaya başlarç. Ertesi sabah gün ağarırken Yaşar'ın cesedi bulunur. Savcı olay yeri tutanağını dikte eder ve ardından meftayı kasabaya getirirler. Ölüm sebebini tespit etmek üzere otopsiye geçilir. Sahne alma sırası Doktor Cemal'e gelir. Yaşar'ın cesedi toprağın üzerinde açıkta bulunmuştur ama otopside diri diri gömüldüğü ve boğularak öldüğü anlaşılır. Peki Doktor Cemal bu bulguyu neden örtbas eder ki?

Görünürdeki öykünün kendisini fersah fersah aşan söylemsel bir zenginlik var Ceylan'ın filminde. Cinayet soruşturması boş bir sahnedir sadece; bu sahnede yaşananlar ise bizi insan doğasına, devlet-birey ilişkisine dair düşüncelere daldırır. Filme tematik olarak farklı boyutlardan yaklaşmak, değişik okumalar yapmak mümkün. Örneğin sinema tarihçisi Zahit Atam filmi "Anadolu insanının itiraflar sahnesi" şeklinde yorumluyor. Film bir bakıma Anadolu kasabasına tayini çıkmış veya kendini gönüllü sürgüne mahkum etmiş şehirli ve eğitimli elitin iç dünyasına bir yolculuk sunuyor bizlere. İdealist, doğrucu davut bir doktor ve onun ittirmesiyle yavaş yavaş eşinin intihar ettiğini, ve bunu aldatılmışlığın verdiği kırgınlıkla, sevgisiz bir ilişkiyi, mutsuz bir yaşantıyı sonlandırmak için yaptığını kendine itiraf eden Savcı Nusret'in dönüşümünü seyrederiz. Önceleri savcının geçmişte baktığı enteresan bir ölüm vakası olarak sunduğu hadisenin aslında eşinin intiharı olduğunu doktor zamanla farkeder ama farketmemiş gibi yapar. Savcı da bunu hisseder hissetmesine ama o da bilmemezlikten gelir. Filmin sonunda Freudyen bir dil sürçmesi savcının itirafa en yaklaştığı noktadır: "Karım... Kadınlar bazen çok acımasız olabiliyor doktor ya".

Film öte yandan devlet otoritesinin birey üzerindeki izdüşümünü gösterir seyirciye. Devleti anlamanın en iyi yolu onu bir cinayeti aydınlatırken adım adım takip etmek olabilir mi? Neticede devasa bir çarkın küçük dişlileri bu süreçte bir araya gelir, hep beraber çalışır. Komiser ve diğer polis memurları şüphelileri yakalar, ifade alır, cesedi bulur. Savcı bulguları belgeler ve adli süreci yürütür. Cesedin incelenmesi ve ölüm sebebinin tescil edilmesi doktor ve otopsi uzmanının sorumluluğudur. Her biri sadece ölümlü bireyler değil aynı zamanda ölümsüz bir devletin ufak parçaları olarak çatışma halindedir birbiriyle.

Devletin savcısına, polis memuruna, jandarmasına, muhtarına veya doktoruna verdiği yetki ve sorumluluklar bu bireylerin hayatını, ilişkilerini nasıl koşullar, onların kimliğini nasıl belirler? Kırsalda devlet memuru olmak, memurlar arasındaki güç mücadelesi neye benzer bunları düşünürüz sürekli. Jandarma çavuşu Önder savcıya yaltaklanır yaltaklanmasına ama Komiser Naci'den rol kapmak için aramanın mücavir alanın dışına çıktığını ve jandarmanın yetki bölgesine kaydığını ima etmeden duramaz. Belli ki komiserin kendisine emir eri gibi davranmasına, kendisini aciz duruma düşürmesine içerlemiş, ona bir gol atmak istemiştir. Devletin işleyişine yön veren biraz da bu kişisel travmalardır. Manda yoğurdu hakkında yapılan gayet geyik bir tartışma bile bir şekilde güç ve statü mücadelesinin bir yansımasına dönüşür. Aynı sınıfın içinde mikro sınıfçıklara ayrılırız böylece. Bilinç düzeyinde pek de irdelemediğimiz ama hayatın özünde olan sınıfçıklara.

Anadolu insanı, köylüsüyle, kasabalısıyla devleti nasıl görür, onunla nasıl ilişki kurar? Filmi izlerken bu sorular da akla geliyor ister istemez. Otoriteye ne kadar yanaşabilirsen, ne kadar ona yaranabilirsen o kadar varsındır. Anadolu coğrafyası da bu konuda istisna değildir pek tabi. Adliyenin şoförü savcıyı gece konaklamak üzere kendi köyüne götürmenin mücadelesini verir. Köyde muhtarın kurdurduğu sofra ve ikramların ardından savcıdan köye morg yaptırmak için destek istemesine kimse şaşırmaz, kimse muhtarı terslemez. Seçilmişlerle atanmışların bu siyasi rant sisteminde yolları bu şekilde kesişir. Yer sofrasındayken bir anda elektrikler kesilir. Aslında köyde elektrikler sürekli kesilmektedir. Uzaktaki aileleri köye gelip cenazeleri kendileri defnedebilsin diye meftaları kokmadan muhafaza edebilmek adına morg yaptırmak isteyen muhtar, ironik bir şekilde elektrik kesintisinden şikayet etmez. "Rüzgardan bu...Gelir birazdan... Allah'ın takdiri" deyip geçer. Gerçek şudur ki bir sonraki seçimleri kazanabilmesi, yol, su elektrik gibi hizmetlerden ziyade morg yapılmasına bağlıdır.

Devlet mi bireyi şekillendirmiştir yoksa birey mi devlete dönüşmüştür? Bu ezeli etkileşimde hangisi öbürüne doğru evrilmiştir? Ceylan'ın devletin sadece naif ve masum yüzünü, Anadolu'nun kendine özgü hüznünü göstermeyi amaçladığını sanmıyorum. Film aynı zamanda devletin soğukluğunu ve otoritesini savcının duygusuz tutanakları üzerinden hissettirir. Savcı otopsi odasında cesedi teşhis eden kadının ağzından konuşur örneğin, kurulması gereken cümleleri o bilir. Savcı olmak öncelikle devletle devletin ağzından konuşmayı bilmek demektir. Bu noktada söylen(e)meyenleri de anlar ve gerektiği gibi formüle eder savcı. Bu anlamda ne savcının ne de doktorun yanında sıradan vatandaşın ne kendini temsil yetkisi (agency) ne de ifade gücü vardır.

Ceylan devletin umursamazlığını köylünün çaresizliğinde ve bürokrasinin köhnemişliğini memurun boşvermişliğinde gösterir seyirciye. Memur da vatandaş da sisteme hınç duymaktadır. Ama bu hınç ve sitem patolojik bir göstermelik saygı ile birarada barınabiliyor. İdealizm bu coğrafyaya yabancı bir kavram diye düşünmeden edemedim. İdealist gibi görünen Doktor Cemal (İstanbul'dan kalkıp Keskin Kasabası'na yerleşmiş) bile aslında varoluşsal sorunları yüzünden, eski hayatından kaçabilmek üzere oradadır. Kimse bürokratik prosedürleri sorgulamaz, sadece gereksiz teferruatların, angaryaların etrafından usulca dolanıveririz. Devletin savcısı bile "Usulen yemin yaptırıldı" diye tutanak düşse de yemin memin ile uğraşmaz. Sadece devletin merkezinden olan uzaklık değildir bunu gereksiz kılan. Daha çok devlet otoritesinin kusursuz temsili için gerekenlerin arazinin gerçekleri ile bir türlü örtüş(e)memesi sorunudur bu. Anlamsız kurallar silsilesinin etrafından dolaşmadığı taktirde savcının vatandaşın gözünde otorite olmasının imkansızlığıdır sebep.

Diğer bir tema da Anadolu'nun tutuculuğuna, bu coğrafyada üretilegelmiş mitlere, batıl inançlara kayıtsızlaşmış, mücadele etmeyi bırakmış bir bürokratik elitin varlığı. Cemal'e çorbacıda otururken kasaba ahalisinden bazılarının merhumun cinayetten sonra da etrafta dolaşırken görüldüğüne dair rivayetleri anlatırlar. Cemal bıkkın bir şekilde "Hiç olur mu öyle şey?" der. Cesedi görmüş olmasına rağmen daha fazla da üstelemez, ikna etmekle, kalıpları yıkmakla uğraşmaz. Sadece yadırgar. Anadolu insanını bizden ayıran bir uçurum yoktur halbuki. Neticede hepimiz kendi batıl inançlarımızı yaratırız, buna ihtiyacımız vardır. Örneğin Savcı Nusret karısının ölümünü tıpta aramaz. Alacağı cevaptan korktuğu için doğasüstü açıklamalara bel bağlar.

Devletin bahşettiği otorite kişisel hesaplaşmaların, rövanşların aracıdır aynı zamanda. Devletin mutsuz ve yalnız insanların hayatları üzerinden işlevsellik kazanmasına tanık oluruz. Doktor Cemal'in tıbbi konulardaki otoritesinin kendine vermiş olduğu zırhın arkasından savcıyı acı gerçeklerle yüzleştirmesinde sadist bir yan bulabiliriz örneğin. Nusret, Nusret olarak Cemal'e açılamadığı, onunla sıkıntısını paylaşamadığı gibi, Cemal'e Nusret olarak sitem de edemez. Ancak Savcı olarak Doktor'dan intikam alabilir. Doktorun öz temsil hakkını ihlal ederek onun ağzından "Bu bulgular ışığında klasik otopsiye gerek vardır dedi [doktor]" şeklinde tutanak düşer mesela. Bunun altında kalmadığını hissettirmek için "Kesinlikle" diye onaylar doktor. Halbuki pratiğe vakıftır. Savcının kendi onayına ihtiyacı olmadığını gayet iyi bilmektedir. Güç mücadelesi üstü kapalı olarak sürer. Doktorun çıkışı üzerine bir sessizlik olur. Savcı doktora tehditkarca bakar. Göz göze gelirler. Savcı bu çıkışa içerlediğini gizlemek için hafifçe tebessüm eder yine de. Doktor gözünü kaçırıverir sonunda. Savcı kendi otoritesini ve doktorun devlet hiyerarşisinde kendisinin altında durduğunu ona hatırlatmak istercesine "Doktor top sende. Ben kaçtım..." diyerek otopsi odasını terkeder. Aralarındaki o kırılgan gerilimli ilişkiyi koparıverir. Ürkekçe temas ederiz birbirimize ama yalnızızdır yine de. Yalnızlık bir kaderdir. Anadolu'da da.

Başta sorduğumuz soruya geri dönerek bitirelim: Doktor neden otopsiden çıkan gerçek ölüm sebebini gizlemeye karar veriyor? Cevap hangi otopsiden bahsettiğimize bağlı belki de. Daha doğrudan sorarsak doktor kimin otopsisini yapıyor orada? Sadece hunharca diri diri gömülen Yaşar'ın otopsisi mi söz konusu olan? Doktor Cemal, Yaşar'ın dul kalan genç eşine duyduğu zafiyet yüzünden mi acı gerçekleri saklama yoluna gidiyor? Herşey genç kadını daha fazla üzmemek, çocuğu ile ortada kalan kadına bir darbe daha vurmamak için mi? Doktorun zihnindeki otopsi masasına yatan biri daha var belki de. Yaşar'ın ölümü hakkındaki gerçeklerle beraber savcının eşinin intihar ettiği gerçeği de su yüzüne çıkıyor sanki. Doktor acaba savcıya yaşattıklarının pişmanlığı içinde gerçekleri gözardı etmeyi mi seçiyor bu sefer? Akciğerlerde toprak tespit eden otopsi teknisyeni Şakir "diri diri gömmüş olmasınlar yahu" diye sorar. Doktor Cemal uzunca düşünür ve sonra "Yok, yok öyle bir şey değil o da ...  Şöyle yazalım onu..." diye başlar ve bu bulgudan bahsetmeden geçiştiriverir. Şakir Yaşar'ın cesedini kesmeye devam eder ve bu esnada doktorun suratına kan sıçratır. İmalı bir şekilde "Hocam siz biraz geri çıkın isterseniz. Size de bulaşmasın" deyiverir. O da doktordan bir nevi intikam almakta olabilir mi? Ancak kendisi de suç ortağıdır artık, başka çaresi yoktur zaten ve bunu bilir. Kısa bir muhakemeden sonra ses çıkarmamaya karar verir. Doktor yüzünde kalan kan lekesini belki farketmemiştir belki de çoktan kabullenmiştir ve silmeye yeltenmez. Dalgın bir şekilde camdan çocuğuyla uzaklaşmakta olan genç kadına bakar uzun uzun. Arka fonda otopsinin alışılmış sesleri eşliğinde.

No comments: